94'lü Havlu

Biraz önce eski fotoğraflara baktım da 1994'te kullandığımız plaj havlusu hala bizde, o fotoğraf hala sapasağlam duruyor, arkasına lacivert tükenmez kalemle yazılmış not hala çok net okunabiliyor ama sahibi yaşamıyor. Bence insanlığın en büyük dramı şu ki; yaşayan şeyler asla sizinle kalamıyor, bir fotoğraf, fotoğrafın arkasına düşülen not, kullanılmaktan mahvolmuş dandik bir havlu bile bizim ömür dediğimiz şeyden çok daha fazlasını görebiliyor.
Üstelik tek başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen eşyalar, tek başlarına çok fazla anlamı taşıyan insanlardan daha uzun süre varolmaya devam edebiliyorlar. Sonra biz bazı eşyalar olmadan yaşayamayacağımızı düşünüyoruz halbuki eşyalar biz öldükten çok sonra da hiçbir şeyi umursamadan yaşayıp gidiyorlar.
Bir insan öldüğünde ona ait eşyaları kişiyle birlikte gömen kültürleri şimdi çok daha iyi anlıyorum. O insan yaşamıyorsa onun havlusu neden varolsun diye düşünüyorlardı herhalde. Ben de öyle düşünüyorum artık. 
Tek başına ne anlamı var ki o havlunun, herhangi bir eşyanın ne anlamı var ki ?
Biz kendimiz toprakta çürürken, birilerinin silinen anılarında zar zor varolabilirken bir fotoğrafın hatırlanması da nedir?
Eski fotoğraflara bakma konusunda kendime sınır koymalıyım, bir saat içinde tüm hayatımı alt üst ediyorlar çünkü. Fotoğraflar ne kadar mutlu olursa olsun bana sadece kaybettiğim mutluluğu, kaybettiğim çocukluğumu ve kaybettiğim zamanı hatırlatıyor. 
Mesela dün albümler arasında dolanırken şunu fark ettim ki ben çocukken çok daha mutlu daha muzur, eğlenceli bir insanmışım, nolmuş bana, nereye gitmiş o tarafım? 
Yeni fotoğraflarda çekin de bitsin hadi memnuniyetsizliği var yüzümde. Gözlerim boş boş bakıyor.
Bir nevi yas tutuyorum eski fotoğrafların her birine baktığım sürede, kaybettiğim her şey için, masumiyet mi dersiniz, bir dağ yalan mı dersiniz veya dertsiz, tasasız günler mi dersiniz, hepsi için işte ve canım çok sıkılıyor çünkü elimden hiçbir şey gelmiyor. İnsanın elinden hiçbir şey gelmemesi ne kötü şeydir. Olanla ölenin çaresi yok sözü de o yüzden o kadar üzer ki beni, çünkü yüzleşmek zorunda olduğumuz en sert gerçek bu. Kendimi kandıramıyorum zaten artık hiçbir konuda, geçer diye teselli de edemiyorum biliyorum ki olanla ölenin çaresi yok.
Elim kolum bağlı bakıyorum fotoğraflara.

                                                                     94 Shade


Vebal

Yaşamaya devam etmek zorunda olmanın en ağır tarafı size birisinden kalan şarkılardır. Dinlemeye mecali kaldıysa kalbinizin, insanın susup dinleyerek de intihar edebildiğini farkedersiniz. Her gün defalarca intihar edip ölemeyen birisinin başarısızlık hikayesi dinlemeye değer olmayabilir ama o hikayenin başrolü için, başarı ile sonuçlanma ihtimalini gözardı edemezsiniz.

Kader, yolunuzu hüzne bükecek birinin ağzından beş dakikalık bir kahve falı, farklı hikayelerin sizi beklediğini ve başka bir yola gireceğinizi öğrendiğiniz.

Hüzün, tesadüfen falcıyla gidilen bi konserde ilk defa duyulan bi şarkıyı seneler sonra onun için dinlemek.

Yazmak, bir şarkı duyup ağlayacak kadar aciz durumda olmanın anlatılamaz ama okunabilir şekli.

Hayat, birisinin neden gittiğini anlamaya çalışırken bi damla gözyaşı dökmemesine duyulan nefret, yerine kimsenin niye gelmeye tenezzül etmediğine dair bir merak, yerine birinin gelmesini kabullenme ihtimalinin son sahne olduğu bir film.

Çaresizlik, seneler önce yetmiş metrekare bir evde ilk defa o denli yoğun duyulan bir parfüm kokusu. Giderek daha uzaklaşmasına dayanamayarak alıp bileklerinize sıktığınız; jilet desen kesmez, kurşun desen delmez. Bir astım hastası bile nefes almak için bu denli bir bağımlılığı kabullenmez.

Elimdeki votka şişesine aldırmadan daha önce kimsenin bu kadar umutsuzca kaldırmadığı şekilde kaldırıyorum ellerimi havaya. Eğer bu dünyada benden daha fazla kaybeden varsa, bundan sonra herhangi bir yenilgi görmesin kimse, tutulmayan tüm sözlerin vebali bende biriksin.




LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...